16 Ağustos 2009 Pazar

Napolyon'un Rusya Seferi

Tarihin dönüm noktalarına tanıklık eden bazı yerler vardır. Dünyanın kaderi bu yerler üzerinde şekillenir, devletlerin geleceği bu topraklar üzerindeki başarı ya da başarısızlıklara bağlıdır. İşte Rusya tarihteki bu dönüm noktalarına tanıklık eden en önemli ülkelerden biridir. Modern dünya tarihinin felaket derecesinde ilk büyük işgalini 1812 yılında Napolyon’un elinden tadan Rusya, aynı akıbete 1941 yılında Hitler tarafından uğratılmış fakat her iki işgale karşı başarıyla mücadele edip işgallerden sonra kurulacak yenidünya düzenlerinde en aktif oyunculardan biri olmayı başarmıştır.

Bu yazı dizisinde dünya tarihinin en önemli dönüm noktalarından biri olan Napolyon’un 1812 yılındaki Rusya seferini, Fransa ve Rusya’nın ordularının sayısından, savaş taktikleri, lojistik ve stratejilerine kadar geniş bir yelpazede ele almaya çalışacağım. Napolyon’un Rusya seferinin dünya tarihi açısından önemli kılan en önemli nokta şüphesiz ki bu savaştan sonra dünyanın girdiği ve yaklaşık 100 yıl süren barış döneminin kırılma noktası olmasında yatmaktadır. Bu savaşta ağır bir yara alan Napolyon ve onun şanlı ordusu, 1812-1815 yılları arasında ardı ardına ağır mağlubiyetler tattı ve 1815 Viyana Kongresinde temelleri atılan yenidünya düzenine boyun eğdi. Bunun yanı sıra, bu sefer sırasında dünya, Napolyon’un kurduğu dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ordusuna-Grande Armee- şahit olmuştur. Seferin Rusya açısından önemiyse Rusya’nın ilk Vatansever savaşı(Patriotic War) olarak adlandırılmasında yatar ve bu sefer Rusya’nın milli kimliğine önemli bir katkıda bulundu. Rusya’nın ikinci Vatansever Savaşı ise 1941 yılında Nazi işgaline karşı verilecekti. Rusya, Napolyon ve Hitler’in işgallerine hava şartlarının da yardımıyla karşı koydu ve bağımsızlığını korumayı başarıp dünya üzerinde söz söyleme hakkına sahip oldu.

Napolyon’un Rusya seferine geçmeden önce bu seferi doğuran Avrupa’da ki politik gelişmelere bakmanın faydalı olacağını düşünüyorum. 1789 yılında Fransız Devrimiyle birlikte Fransa’dan başlayan politik kargaşa bütün Avrupa’ya yayıldı. Devrimin getirdiği fikirlerden korunmak isteyen Avrupalı devletler Fransa’ya bir düzine savaş açtı. Devrimle birlikte Fransa’da politik sistem hızlı değişikliklere uğradı. Şüphesiz Devrimin getirdiği en önemli yeniliklerden biri Fransa’da o zaman dünyanın pekte aşina olmadığı meşruti monarşi bir rejim kurulmasıydı ve 1789-1792 yılları arasında rejim bu şekilde devam etti. 1792-1794 yılları arasında kurulan cumhuriyet rejimi fazla devam etmedi ve1794 yılında sona erdi. Cumhuriyetin yerine kurulan Direktuar rejimi 1799 yılına kadar devam etti. Bu rejim Napolyon Bonapart’ın kendisini kral etmesiyle son buldu; Avrupa’nın ve dünyanın kaderini şekillendiren Napolyon Savaşları 1800-1815 yılları arasında Napolyon’un tahta çıkmasından hemen sonra patlak verdi. Fransız Devriminin fikirlerini Avrupa’ya yaymaya ant içen Napolyon Avrupa’da ki hemen hemen her devletle savaştı.

Fransa ve Avrupa’yı Napolyon Savaşlarına sürükleyen süreç Devrimin hemen arkasından başladı. 1812 Rusya Seferine kadar Fransa’ya karşı Avrupa devletleri arasında kurulan 5 Koalisyon bu dönemin en önemli gelişmesidir.
Birinci Koalisyon 1793 yılında yeni kurulan Fransız Cumhuriyetini yok etmek isteyen Avusturya, Sardinya Krallığı, Prusya, İspanya, Naples Krallığı ve Büyük Britanya tarafından kuruldu. Savaş 1795 yılında başladı, Napolyon komutasındaki Fransız ordusu 1796 yılında İtalya’yı işgal etti. Napolyon daha sonra Avusturya ordusunu yendi ve Viyana üzerine yürüdü. Avusturya barış istemek zorunda kaldı ve 1797 yılında Kampo-Formio antlaşması imzalandı. Toplu askere alım- levee en masse-, askeri reform ve total savaş ilk Fransız zaferini getirdi. Bu zafer Napolyon’a büyük bir ün kazandırdı.

İkinci Koalisyon 1798 yılında Avusturya, Osmanlı Devleti, Papalık, Portekiz, Rusya, Naples Krallığı ve Büyük Britanya tarafından kuruldu. Bu sırada Mısır’da bulunan Napolyon 1799 yılında Fransa’ya döndü ve ordunun başına geçti. Fransa, Avusturya ve Rusya ile savaştı. Napolyon 1800’de Marengo’da daha sonra Hohenlinden ’de Avusturya ordusunu yenilgiye uğrattı. Savaşların sonucunda 1801 yılında Lunéville Antlaşmasıyla ikinci Fransız zaferi tescillendi.

Bu zaferlerden sonra 1804 yılında Napolyon kendisini kral, rejimi de imparatorluk olarak ilan etti. Napolyon ezeli düşmanı İngiltere’ye karşı kontinental sistemi kurarak Fransız hâkimiyetindeki toprakları İngiliz ticaretine kapattı. Amaç Britanya’yı ekonomik açıdan çökertmekti.

Üçüncü Koalisyon 1805 yılında Avusturya, Büyük Britanya, Rusya, İsviçre ve Sicilya tarafından kuruldu. Napolyon’un bu koalisyondaki amacı İngiltere’yi işgal etmekti fakat başarısız oldu. Lord Nelson komutasındaki İngiliz donanması Napolyon’un donanmasını 1805 yılında Trafalgar’da mağlup etti. Bu yenilgi Napolyon’a İngiltere’yi işgal etmenin imkânsız olduğunu gösterdi savaş Avrupa kıtasında devam edecekti. Fransa ezeli düşmanı Avusturya’yla savaşmaya devam etti. Napolyon kendisini İtalya kralı ilan ettikten sonra Viyana’yı işgal etti. Burada Mihail Kutuzov ve Alexander I komutasındaki Avusturya ve Rusya ordusuyla karşılaştı. Austerlitz’de bu orduyu mağlup etmeyi başaran Napolyon, Avusturya’la Petersburg Antlaşmasını imzaladı.(26 Aralık 1805)

Dördüncü Koalisyon Rusya, Saksonya, İsveç, Prusya ve Britanya tarafından kuruldu. Napolyon ilk olarak Prusya’yla savaştı ve Prusya ordusunu Jena’da mağlup etti. Daha sonra Polonya üzerinden Rusya’yla savaşan Napolyon 6 Şubat 1807 Eylau Savaşında zafere ulaştı. Rusya’ya karşı öldürücü darbeyi Friedland’ta vuran Napolyon, Çar I.Alexander’la Tilsit Antlaşmasını imzaladı.(7 Temmuz 1807)

Beşinci koalisyon Avusturya ve Britanya tarafından 1809 yılında kuruldu. Avusturya’yla tekrar savaşa tutuşan Fransa, Aspern-Essling Savaşında Avusturya’ya mağlup olsa da, Napolyon durumu toparladı ve Wagram savaşında Avusturya’yı ağır bir yenilgiye uğrattı ve Schönbrunn Antlaşması imzalandı ve Beşinci Koalisyon sona erdi.

Buraya kadar Napolyon’un Rusya seferine kadar geçen politik gelişmeleri kısaca ele aldım. Önümüzde ki yazıda Rusya Seferi’yle devam edeceğim.

Osman Nuri

11 Mayıs 2009 Pazartesi

YİNE GİDİYORSUN…

Yine gidiyorsun…
Toplanmış valizlerin.
Yüzünde buruk tebessüm,
Bakışların kederli…


Yine gidiyorsun…
Buralar yangın yeri.
Bu bir ayrılık provası,
Hissettirmesen de belli…

Yine gidiyorsun…
Kül rengi akşamların,
Şafaksız sabahların,
Amaçsız uğraşların,
Laneti üzerimde…

Haydi gel…
Kül rengi ıssız akşamlarda,
Gözümün nuru, aydınlığım ol…
Şu ayaz, karanlık sabahlarda,
Bir bardak çay tadında şafaklarım ol.
Amaçlar sende toplansın,
Sonsuzluk diyarı sahil-i selametim ol…
Ve bu sevda bestesiyle laneti kalsın
üstümden bütün eşyanın,
Sonsuzluğa aralansın, seninle, kapısı maveranın…

Yine gidiyorsun…
Bu kaçıncı hayal koynunda sabahladığım?
Nerede yitirilmiş dünya uğruna ağladığım?
Yolculuk perdesini aralarken yemyeşil dualarla,
İşitilmeye başladı ayrılık türküsü titreyen dudaklarda,
Uyanırken sensizliğin karanlık sabahına,
Anladım ki sen…
Yine gidiyorsun…

Yine gidiyorsun…
Bu öyle bir facia ki görülmemiş,
Arz ile sema arasında…
Bu öyle bir yara ki hissedilmemiş,
Hiçbir kalp aynasında…
Bu öyle bir çile ki duyulmamış,
Ne Ferhat’ta ne Mecnun’da…
Gidişinle ölürken ben tarifsiz acılarla,
Valizlerini almış ayrılığa gidiyorsun,
Evet sen…
Yine gidiyorsun…

Yine gidiyorsun…
Bu kaçıncı mevsim sensiz baharsız geçen?
Yoksa kaybedilen sevda mı yüreğinde titreyen?
Yorgunluğun uğultusu yürürken bomboş sokaklarda,
Bir cenaze daha indi ayrılık mezarına,
Sen düşerken vuslatın yollarına,
Ben hasretin çemberinde çaresiz…
Görmeden son bir bakış, son bir tebessüm,
Kasvetli suratımda,
Sen sevinç destanı bayramına gidiyorsun,
Evet sen…
Yine gidiyorsun…


Yine gidiyorsun…
Belki son mısrasına geldik bu sevdanın,
Artık uyanma vakti büyüsünden rüyanın…
Sızlarken yürekler vuslatın diyarında,
Şimdi ayrılık vakti Ankara otogarında…
Gitme desem de gideceksin,
Bu sevdaya bir çizgi çekeceksin,
Sallarken ellerini vuslatın diyarına,
Bitsin artık her şey, hatıralar kalsın yarına…
Belki bulamayacaksın beni dönünce buralarda,
Üzülme kara haber varınca oralara…
Var ile yok arasında incecik bir noktada,
Beni bırakıp,
Yine gidiyorsun…
Evet, bilmesen de sen,
Cenazeme gidiyorsun…


Mayıs-2009
Ankara

19 Şubat 2009 Perşembe

BİR SİYASİ SÖYLEV ‘’ÖZGÜRLÜK’’ BAĞLAMINDA İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİ VE ADALET VE KALKINMA PARTİSİ-I


‘’İnsan doğası gereği baskıya karşı gelir.’’

(İnsita hominibus natura violentia resistere)

                                                                                  Tacitus 

Özgürlük kelimesi Türk Dil Kurumu sözlüğünde iki anlamda tanımlanmaktadır. 1)Herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbestî. 2)Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi iradesine, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi durumu, hürriyet… 

Türk siyasi hayatına baktığımızda son 100 hatta 150 yıla özgürlük (ya da hürriyet) kelimesinin damgasını vurduğunu görürüz. İktidara aday olan ya da iktidara gelen partilerin ilk gündemi hep özgürlükler olmuştur. Özgürlük(liberty) 1789 Fransız Devrimi’nin dünyaya hediye ettiği üç kavramdan biridir. Ayrıca, Fransız Devrimi dünyaya eşitlik(equality) ve kardeşlik(fraternity) kavramlarını da hediye etmiştir. Bu üç kavram ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra bütün dünyayı etkisi altına almıştır. Tabi ki Avrupa’nın bir parçası olan Osmanlı İmparatorluğu da bu kavramlardan ve bu kavramlara bağlı olarak ortaya çıkan akımlardan yoğun bir biçimde etkilenmiştir. Bu etkilenme 19.yüzyıl’da Tanzimat Fermanı(1839) ile başlamış, 1856 Islahat Fermanı’yla devam etmiş, 1876’da I.Meşrutiyet’le merhale kat etmiş, 1908 Devrimi’yle doruğa ulaşmış ve nihayet 1923 yılında Cumhuriyet’i doğurmuştur. 

 Tarih metodolojisi açısından bir tarihsel olgunun nedenselliği çok önemlidir. Tarihsel olgunun nedenselliğinin nerede başladığını çözümlemek tarihçi açısından zor ama çok önemli bir meseledir. Tarihsel olguya yol açan nedenler hakkında nerede durulacağı sorusu her zaman sıkıntılı olmuştur. Fakat tarihçi nedensellik meselesinde geçmişte mutlaka bir başlama noktası bulmak ve kronoloji içerisinde bir nedensellik zinciri içerisinde ele aldığı olaya doğru ulaşmak zorundadır. Yoksa berrak bir tarihyazımına ulaşmak zor olacaktır. Bu noktadan bakıldığında biz özgürlük meselesini en sistematik ve ideolojik çerçevesi oturtulmuş anlamda ilk olarak 19.yüzyılda görmekteyiz dolayısıyla özgürlük üzerine konuşurken başlama noktamız 19.yüzyıl olmalıdır. Türkiye’de özgürlük meselesinin temelleri bu yüzyıldaki modernleşme çabalarıyla oluşturulan modern askeri-sivil bürokrasiyle başlamış süreç içerisinde buna karşı gelen güçler arasındaki mücadeleyle farklı şekillere evrilerek günümüze kadar gelmiştir. Yukarıda bahsettiğim nedensellik teorisi bağlamında özgürlük meselesinin tarihsel başlangıç noktasını II. Mahmut Dönemi olarak almalıyız, çünkü ilk defa bu dönemin devamı olan Sultan Abdülmecid Dönemi’nde özgürlük ya da hürriyet sevdalısı bir entelektüel sınıf ortaya çıkmıştır ve özgürlüğün ideolojik çerçevesini çizmiştir. Bu noktadan, özgürlük meselesinin başlangıç noktasını belirledikten sonra günümüze uzanan askeri-sivil bürokrat zinciri şöyle betimleyebiliriz; II. Mahmut’un reformları olmadan Genç Osmanlıları, Genç Osmanlılar olmadan Jön Türklerin bir grubu olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni(İTC), İTC olmadan Müdafaa-i Milliye Cemiyetlerini ve Cumhuriyet Halk Fırkası’nı(CHF), CHF’yi anlamadan şimdiki CHP’yi anlamak mümkün değildir.

 

Aynı şekilde bürokrasiye karşı özgürlük bayraktarı olan grubun tarihsel zincirini şöyle betimleyebiliriz; Prens Sabahattin’in Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-ü Şahsi Cemiyeti olmadan önce Ahrar Fırkası’ni sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı(HİF), Ahrar ve HİF’i anlamadan Cumhuriyet Dönemi’nde kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı(TCF) ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı(SCF), TCF ve SCF’yi anlamadan 1945’te kurulup 1950’de tek başına iktidar olan Demokrat Parti’yi(DP), DP’yi anlamadan Adalet Partisi’ni(AP), AP’yi anlamadan Anavatan Partisi’ni(ANAP), ANAP olmadan nihayet günümüzde AKP’nin temsil ettiği siyasi geleneği anlamak mümkün değildir. Dikkat edilirse, siyasi gelenekler bir nedensellik zinciri halinde devam etmektedir. Elbette ki bu siyasi oluşumlara katkıda bulunan başka nedenler de olmuştur ve bu oluşumlar kesinlikle homojen değildir ancak genel çizginin bu şekilde olduğunu söylemek yanlış olmaz. İşte bu her iki siyasi geleneğe damgasını vuran en önemli söylev özgürlük olmuştur ve Türkiye’nin en önemli gelişmelerine damgasını vurmuştur. Örneğin, 1908 Devrimi, Cumhuriyet’in ilanı, 1950’de DP’nin tek başına iktidar oluşu, 3 Kasım 2002’de AKP’nin tek başına iktidar oluşu hep özgürlük söylevi ekseninde şekillenmiştir… Fakat şunu belirtmeliyim ki özgürlüğün bayraktarı olan siyasi grup zaman içerisinde değişmiştir. 1850’lerde Genç Osmanlılarla başlayan bürokrat özgürlükçüler İTC’ye evrilmiş, CHF bu mirası aynen devralmış buna muhalefet eden burjuva ve muhafazakârların partisi DP 1950’de özgürlük bayrağını devralmış ve AP-ANAP-AKP bağlamında mesele günümüze kadar gelmiştir. Her siyasi parti tabi ki kendi özgürlük söyleviyle gelmiştir. Fakat bu grupların hepsinin temel mücadele noktasını ‘’Devlet’’. Abdülhamit’e karşı yapılan özgürlük mücadelesi zamanla İsmet Paşa’ya ve CHF’ye karşı yapılmıştır.

 

Temel amacım tarihsel gelişimi içerisinde bir siyasal söylev olarak özgürlük meselesini İttihat ve Terakki Cemiyeti(İTC) ile Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) bağlamında karşılaştırmalı olarak ele almak. Bunu yaparken her iki siyasi oluşumun sosyo-ekonomik ve siyasal anlayışları hakkında derin yorumlar yapmak bu yazının fevkinde olduğundan buralara kısaca temas edip Türkiye’nin 100 yıl önceki gündemiyle şimdiki gündemi arasında, 100 yıl önceki siyasal söylev ile günümüzde ki siyasal söylev arasında fark olmadığını İTC ve AKP fotoğraflarına bakarak özgürlük bağlamında göstermeye çalışacağım. Bu ilk yazıda İTC’ye kadar özgürlük kavramının macerasına değineceğim.

                                           

 18.yüzyıl boyunca Batılılaşmayı sadece askeri anlamda gerçekleştirmek isteyen Osmanlı yönetici sınıfı Fransız Devrimi’nin yaydığı etkiler dolayısıyla derin bir fikri değişikliğe uğramıştır. Dolayısıyla, 19.yüzyılda özellikle III. Selim’le (s.1789-1807) başlayan ve ondan sonra tahta çıkan (IV. Mustafa Dönemini saymazsak) II. Mahmut (s. 1808-1839) Dönemi’nde ordunun yanında eğitim, adalet ve siyaset sisteminde ciddi reformlar yapılmıştır. II. Mahmut tarafından yapılan bu reformların iki amacı vardı:1) merkezi-modern bir devlet oluşturmak, 2)devletin bütünlüğünü ve yok olan otoritesini artırmak. II. Mahmut birinci amacını yani merkezi devleti gerçekleştirmek isterken bunun en önemli aracı olan modern bir ‘’bürokrasi’’ oluşturma çabası içerisine girmiş ve bunu başarmıştır. Bu Türk siyasi hayatının en önemli olayıdır ve etkileri hala gözlenmektedir. Bu askeri-sivil bürokrasi içerisinden yetişen kadrolar tarihsel devamlılık prensibi içerisinde kendilerine biçtikleri modernleştirme rolüyle aktif olarak Tük siyasi hayatına 1860’lardan 1950’lere kadar(eğer yapılan darbeleri sayarsak günümüze kadar) damgasını vurmuştur. Tabi ki bu bürokrasinin yetiştirildiği okullar modernleşme sürecinin lokomotifi olmuştur. Mesela, II. Mahmut’un 1827 yılında kurduğu  Mekteb-i Tıbbiye, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk nüvesinin oluştuğu kurum olmuştur. II. Mahmut’tan sonra oğlu Abdülmecid (s.1839-1861) tahta çıkmıştır. Abdülmecid tahta çıktığında Mustafa Reşit Paşa’nın teşvikiyle Tanzimat Fermanı’nı (nam-ı diğer Gülhane Hatt-ı Hümayunu) ilan ettirmiştir. Böylece 1876’da I.Meşrutiyet’in ilanına kadar sürecek olan Tanzimat Devri başlamıştır. Bu ferman ortak bir Osmanlı kimliği oluşturma yönünde atılan ilk adımdır. Abdülmecid Dönemi’nde II. Mahmut’un gerçekleştirdiği merkezi devleti güçlendirme hareketi devam etmiştir; Tanzimat Fermanı bunun en önemli kanıtıdır.

 

Abdülmecid’ten sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz Dönemi’nde (1861-1876) Türk siyasi hayatına damgasını vuracak bir hareket ‘’Genç Osmanlılar’’ ortaya çıkmıştır. Genç Osmanlıları yurtiçinde ve yurtdışında yetişen Osmanlı bürokratlarından oluşan homojen bir aydın grubu olarak tanımlayabiliriz. Genç Osmanlıların en önemli temsilcileri Namık Kemal, Ziya Paşa, Şinasi, Ebüzziya Tevfik ve Ali Suavi’dir. Genç Osmanlılar 1865 yılında Genç Osmanlılar Cemiyeti’ni kurmuş ve muhalefetlerini sistematik olarak sürdürmek için Tasvir-i Efkâr ve Tercüman-ı Ahval gibi gazeteleri çıkartmaya başlamışlardır. Daha sonra muhalefetlerinden dolayı oluşan baskılar sonucu Namık Kemal ve Ziya Paşa Paris’e kaçmış, Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle orada faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Namık Kemal yine Mustafa Fazıl Paşa’nın desteğiyle Hürriyet Gazetesini çıkarmıştır. Genç Osmanlıların Türk siyasi hayatı açısından önemi ise ilk defa özgürlük(hürriyet) kavramını kullanmalarıdır. Bu grup devletin yürüttüğü merkezileşme hareketlerine karşı çıkmış ve sistemin liberal bir eleştirisini gerçekleştirmiştir. Genç Osmanlılar Fransız Devrimi’nden etkilenmiş, anayasal ve parlamenter bir rejimi(meşrutiyet) savunmuşlardır. Onlara göre devletin kurtulması için Avrupa’daki gibi parlamenter monarşiye geçmek şarttır. Bunun Genç Osmanlılar için anlamı ise ‘’hürriyet’’tir. Genç Osmanlıların 1860’larda Sultan’ın otoritesini halkla paylaşması için başlattıkları mücadele kendilerinden 63 yıl sonra 1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesiyle sonuçlanmıştır. Ayrıca, Genç Osmanlılar hakkında akılda tutulması gereken bir diğer noktada kendilerinin seküler aydınlar olmadıkları ve Fransız Devrimi’nden esinlendikleri fikirlere İslami bir temel bulmaya gayret göstermeleridir. Özellikle Namık Kemal meşruti sistemin İslam’da var olan meşveretten bir farkı olmadığını dolayısıyla meşrutiyetin dine aykırı olmadığını ispatlamaya çalışmıştır. Peki, özgürlük fikrinin Osmanlı’daki ilk sahiplerinin mücadelesi nasıl sonuçlandı? Osmanlı İmparatorluğu’nun bürokrat-aydın sınıfı Genç Osmanlılar tarafından yayılan fikirlerden esinlenen Ahmet Mithat Paşa önderliğinde yüksek bürokrasiden bir grup tarafından yapılan bir darbeyle Sultan Abdülaziz 1876’da tahtan indirilmiştir. (bir rivayete göre Abdülaziz bilekleri kesilerek öldürülmüş bir rivayete göre intihar etmiştir). Yerine tahta V.Murat çıkmış fakat akli dengesi yerinde olmadığından meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren II. Abdülhamit çıkmıştır. Kanun-ı Esasi 23 Aralık 1876 yılında ilan edilmiş, 1877 yılının ilk aylarında meclis açılmıştır. Böylece özgürlük süvarisi bürokrasi ilk zaferini kazanmış oluyordu. Fakat bu zafer fazla sürmemiş II. Abdülhamit 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı sebebiyle 1877 Haziranında  çalışmalarını durdurmuş, en sonunda 13 Şubat 1878’de meclisi kapatmıştır. II. Abdülhamit’in tek güç olma yolunda attığı bu adım ilerleyen yıllarda Türk siyasi hayatının dönüm noktası olacak yapıyı, İtiihat ve Terakki Cemiyeti’ni doğuracaktır…

 

Osman Nuri

Şubat-2009

İstanbul

TÜRK DIŞ POLİTİKASI 1923-1939 YA DA REDD-İ MİRAS DÖNEMİ

1923-1939 arası Türk dış politikasına baktığımızda Türkiye’nin uluslararası arenada birçok problemle karşılaştığını görürüz. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Avrupalı ‘’Büyük Güçler’’le 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Antlaşması imzalandı. Bu antlaşmadan hemen sonra 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti ilan edildi. Cumhuriyetin kurulmasıyla Türk politikacılarının öncelikleri uluslararası platformda ülkenin ulusal güvenlik ve bağımsızlığını korumak, bununla beraber Tanzimat’tan beri devam eden modernleşme projesini radikal bir reform programıyla doruğa ulaştırmak, sonuç olarak modernleşme projesini bütün toplum sathında gerçekleştirmek olarak gözükmektedir. Bu dönemde, Türk politikacılar Lozan antlaşmasından kaynaklanan ciddi dış politika problemleriyle uğraşmak zorunda kaldı. Bu yazıda genç Türkiye’nin karşılaşmış olduğu dış politika problemlerini 2.Dünya Savaşına kadar olan dönemde ele almaya çalışacağım. Ayrıca tarihsel süreç içerisinde Cumhuriyet’in kurucularının dış politika pratiklerinin ne anlama geldiğini tahlil etmeye çalışacağım.

1923-1939 yılları arasında Türk dış politikasının temel yapı taşı Atatürk tarafından belirlenen ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ prensibidir. Yazının giriş kısmında Türk politikacıların temel amacının ülkenin güvenliğini ve bağımsızlığını uluslararası platformda korumak olduğunu belirtmiştim. Bu amacı gerçekleştirmek için son derece çalkantılı olan uluslararası ortamda Türk politikacılar yeni kurdukları ülkeyi mümkün mertebe barışçı bir ülke olarak göstermeye çalıştı. Zaten Trablusgarp Savaşıyla başlayan Balkan Savaşları,1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı zinciriyle 1911’den 1923’e kadar devam eden bütün savaşları bizzat yaşayan Mustafa Kemal ve arkadaşları ülkeyi daha fazla savaş macerasına sürüklemek istemiyorlardı. Onlara göre ülkenin konsolidasyonu, ulusal bilincin yerleşmesi ve ülkenin modernleşmesi her şeyden daha önemliydi. Bu stratejilerle beraber, Türk politikacıların cumhuriyet kurulmadan önce karşılaştıkları ilk sorun Yunanistan’la gerçekleştirilmesi düşünülen nüfus mübadelesidir. Ekim 1922’de Mudanya Ateşkes antlaşmasının imzalanmasından sonra bu mesele gündeme gelmiş ve 30 Ocak 1923’te Yunanistan’daki Türk nüfus ve Türkiye’deki Rum Ortodoks nüfusun mübadelesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. Aslında bu nüfus mübadelesi devletin yabancı olduğu bir durum değildi, daha önce Balkan Savaşları ve 1.Dünya Savaşı sırasında nüfus mübadeleleri yapılmıştı. Antlaşma sonucunda İstanbul’daki Rum Ortodoks ve Batı Trakya’da ki Müslüman Türk nüfusun antlaşma dışında tutulmasıyla mübadele gerçekleşmeye başlamıştır. Mübadele sonucunda yaklaşık 400.000 Türk ve 900.000 Rum yer değiştirmiştir. Bu hareket iki ülkede ulus-devletin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Ulus-devleti güçlendirme projesi aslında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Anadolu’yu Türkleştirme politikalarının bir devamıdır (Daha önce İTC tarafından Bulgar-Türk nüfus mübadelesi gerçekleşmişti). Fakat mübadele her ülkeye de büyük ekonomik güçlükler çıkarmıştır. Bu yüzden Türkiye’nin mübadeleye tabi tutulan gayr-i Müslimlerin taşınmaz mallarının ülkeye yeni gelen Türk nüfusa verildiği bilinmektedir. Sonuç olarak Türkler karşılaştıkları ilk dış politika sınavını barışçı yollardan aşmıştır ve istediğini gerçekleştirmiştir.

1923-1939 arası dönemde Türk dış politikasına damgasını vuran en önemli olay Lozan Antlaşmasının imzalanmasıdır. Bu antlaşmanın bazı maddeleri daha sonra Türk dış politikasının ana gündemleri haline gelmiştir. Lozan Antlaşmasında birçok problem istenilen şekilde çözülememesine rağmen Türkiye Cumhuriyeti uluslararası arenada siyasal anlamda bağımsız bir ülke olarak tanınmıştır. Kapitülasyonlar ve Düyun-u Umumiye kaldırılmış fakat Osmanlı Devleti’nin 1916 yılındaki gümrük tarifelerinin 1929 yılına kadar devam etmesi kabul edilmiştir. Osmanlı Devleti’nden kalan borçların eski topraklar üzerinde kurulan devletler tarafından ödenmesi kararlaştırılmış ve Türkiye’nin payına düşen borcun taksitle ödenmesi kabul edilmiştir. Ayrıca, yukarıda belirttiğim nüfus mübadelesi meselesine son şekli verilmiştir. Boğazların hâkimiyeti, başkanlığını Türkiye’nin yaptığı uluslararası bir komisyona bırakılmıştır. Bunun Türkiye’nin egemenlik haklarını zedelediği şüphesizdir. Lozan’da Musul Sorunu ve Hatay Sorunu istenilen şekilde çözülememiş; Kıbrıs, 12 Adalar, Batı Trakya ve Batum hakkında hiçbir şey yapılamamış Misak-ı Milli’den bu noktalarda sapma gösterilmiştir. Sonuç itibariyle İsmet Paşa başkanlığında ki Türk Heyeti Türkiye’yi bağımsız bir ülke olarak dünyaya kabul ettirmiştir.

Lozan Antlaşmasından sonra ki dönem redd-i miras dönemi olarak da adlandırabilecek pasif bir dış politikanın takip edildiği dönemdir. Bu dönemde tamamıyla iç politika gündemlerine yoğunlaşılmış, barışçı dış politikayı olumsuz etkileyeceği düşünülen her türlü etmen bertaraf edilmiştir. Bu etmenlerden en çarpıcı olanı halifeliğin 3 Mart 1924 yılında kaldırılmasıdır. Hindistan’daki bazı Müslüman beylerin halifeye mektup gönderip uluslararası politikada ondan daha aktif roller üstlenmesini istemesi Cumhuriyetin kurucularını endişelendirmiş ve halifeliğin kaldırılma sürecini hızlandırmıştır.[1] Bu kurumun kaldırılmasıyla genç Türkiye kendisi gibi bağımsızlık mücadelesini veren Müslüman halklara sırtını çevirmiş, onları bir noktada kaderleriyle baş başa bırakmıştır ve yüzünü Batı’ya dönüp hedefini çağdaş uygarlık seviyesi olarak belirlemiştir. Genç Türkiye artık kendisini ilgilendirmeyen topraklar hakkında risk almak zorunda kalmayacak ve redd-i miras politikasına yönelip kendine yeni meşruiyet zeminleri arayacaktır. Halifeliğin kaldırılması her ne kadar bir iç politika gündemi gibi yansıtılsa da dış politikaya doğrudan etkisi olduğu yadsınamaz.

Türkiye’nin Lozan’dan sonra ki en önemli dış politika gündemi Musul sorunu olmuştur. Bu konu Türk dış politikasının 1923-1926 arasındaki en önemli gündem maddesidir. Lozan görüşmeleri sırasında konu üzerinde İngiltere’yle Türkiye arasında anlaşmaya varılamamıştı. Türkiye Musul’un İngiltere mandasındaki Irak’a bırakmayı Misak-ı Milli’den taviz olarak görüyordu. İngiltere ise zengin petrol yataklarından vazgeçmek istemiyordu. Taraflar konuyu Lozan Antlaşmasından sonra görüşmek üzere anlaşmışlardı. Bu çerçevede İngiltere ve Türkiye 1924 yılının Mayıs-Haziran ayları arasında pazarlık görüşmelerine oturdular.[2] Fakat sorun yine çözülemedi ve İngiltere meseleyi Türkiye’nin üye olmadığı Milletler Cemiyetine taşıdı. Bu dönemde Milletler Cemiyeti’nin İngiliz politikalarının aracı olduğu bilinmektedir.1925 yılında Cemiyet tarafından bir rapor hazırlandı ve Musul’un Irak’a verilmesi gerektiğine hükmedildi. Bu sırada Doğu Anadolu’da İngilizlerin desteğiyle patlak veren Şeyh Said isyanı Türk politikacıların uluslararası arenada elini zayıflatıyordu. Türkiye Milletler Cemiyeti’nde birkaç girişimde bulunmasına rağmen başarılı olamadı. Ülke içinde ki durumun karışık olması ve askeri müdahaleye Türk politikacıların gönülsüzlüğü sebebiyle 1926 yılında İngiltere ve Türkiye arasında Ankara Antlaşması imzalandı. Türkiye Musul’u Irak’a vermeyi kabul etti,  fakat Musul petrollerinin %25’i 25 yıl süreyle Türkiye’ye verilecekti. Daha sonra bu miktar paraya çevrilerek Türkiye’ye ödendi ve konu kapandı. Bu konu hakkında birçok tartışma yapılmıştır. Sonuç olarak Genç Türkiye o dönemki konjonktür içerisinde Musul için savaşmayı göze alamadığı için Musul kaybedildi. O dönemdeki politikacıları bu konu yüzünden suçlamak doğru değildir. Bu mesele direk olarak emperyalizmin meselesidir ve bu vesile ile eli kolu bağlı Türk politikacılar emperyalizmin çirkin yüzünü bir kez daha görmüştür.

Musul Meselesinin devam ettiği sırada Türkiye’yi zorlayan bir diğer meselede Ekümenik Patriği Konstantin’in 1924 yılında sınır dışı edilmesidir. Neyse ki bu kriz kısa sürmüş Türkiye Mayıs 1925’te Patrik Basil Georgiadis Konstantin’in yerine geçmiş ve kriz çözülmüştür.[3]Bu krizin çözülmesinden sonra Yunanistan ve Türkiye arasında dostluk ilişkileri hızla gelişmiş ve Yunan Başbakanı Venizelos Türkiye’yi ziyaret etmiş ve bir dizi anlaşma imzalanmıştır. Ertesi yıl İsmet İnönü Venizelos’a iade-i ziyarette bulunmuş; bu ilişkiler 1950lerin ilk yarısında patlayacak olan Kıbrıs Krizine kadar Türk-Yunan ilişkilerinin altın çağı olmuştur.

Yunanistan’la iyi ilişkiler kurulması Türkiye’nin barışçı dış politikasının bir sonucuydu. Bu noktada Türkiye için en önemli dış politika hedefi Milletler Cemiyeti’ne üye olmaktı. Ancak Türkiye’nin Sovyetlerle olan iyi ilişkilerini de zedelememesi gerekiyordu. Türkiye Rusya’yı rahatsız etmeyecek şekilde 1932 yılında Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. 1934 yılında Rusya’nın da Milletler Cemiyeti’ne üye olmasıyla sorun çözülmüş oldu. [4]

1930’larda Türk dış politikasının en önemli gündemlerinden biri istikrarsız uluslararası ortam ve Balkanlar’daki gelişmelerdi. Mussolini’nin İtalya’sı ve Hitler’in Almanya’sı Türkiye’nin ve diğer Balkan ülkelerinin korkulu rüyası haline gelmişti. Bu yüzden Türkiye İtalya ile 1928 yılında bir tarafsızlık anlaşması imzaladı bu anlaşma 1934 yılında tekrar edildi. Fakat İtalya hala önemli bir tehlike arz ediyordu. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’nın mağlupları olan Bulgaristan ve Macaristan revizyonist yani toprak paylaşımının yeniden gözden geçirilmesini isteyen politikalar benimsemişti. Buna karşılık Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Bulgaristan anti-revizyonist cephede bulunuyordu.  Bu siyasi birlik antlaşmaları getirdi. İlk antlaşma 1933 yılında Türkiye ile Yunanistan arasında yapıldı. Daha sonra bir dizi konferansın ardından 1934 yılında, Türkiye, Yugoslavya, Yunanistan ve Romanya arasında Balkan Paktı kuruldu. Fakat bu pakt katılımcı ülkeler arasında işgal durumunda herhangi bir askeri yardım zorunluluğu öngörmüyordu sadece psikolojik bir etkisi vardı. Türkiye ‘’Yurtta sulh, cihanda sulh’’ düsturunu bir kez daha ortaya koyma imkânı bulmuştu.

2 yıl sonra Türk dış politikasının gündemi Boğazlar meselesiydi. Lozan Antlaşmasında Boğazların hâkimiyeti uluslararası bir komisyona bırakılmış ve boğazın iki yakası askerden arındırılmıştı; bu Boğazları İtalya’ya karşı savunmasız bir hale getiriyordu ayrıca Türkiye’nin egemenlik haklarına aykırıydı. İtalyan tehlikesi iyiden iyice kendini hissettirmeye başlayınca Türkiye konuyu uluslararası ortama taşıdı. 1936 yılında İsviçre’nin Montreux şehrinde İtalya hariç Lozan antlaşmasını imzalayan ülkeler bir konferansta toplandı ve İngiltere’nin desteğiyle Boğazları Türkiye’nin egemenliğine veren, Türkiye’ye Boğazlarda silahlanma yetkisi ve ticaret gemilerine geçiş serbestisi tanıyan Montreux Antlaşması imzalandı. Lozan’da yarım kalan bir mesele böylece halledilmiş oldu.

Daha sonra Türkiye’nin barışçı politikalarını gösteren Sadabat Paktı Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında 1937 yılında imzalandı. Devletler birbirlerinin içişlerine karışmamayı, sınırlarına saygı göstermeyi ve Kürtlere destek sağlamama konusunda anlaştı.

Türk dış politikasının İkinci Dünya Savaşından önceki en önemli gündem maddesi Almanya ve İtalya’nın Orta Avrupa ve Balkanlara yönelik yayılmacı tehditleriydi. 1938 yılında Hitler Avusturya’yı işgal etti. Türkiye’nin İtalyan korkusuna Alman korkusu eklendi ve hemen Batı ile ittifak yolları aranmaya başlandı. Türkiye bir yandan Sovyetleri ürkütmeden bu ittifakı gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Fakat İngiltere ve Fransa gönülsüz davranıyordu[5]. Fakat 15 Mart 1939’da Hitler’in Çekoslovakya’yı, 7 Nisan’da Mussolini’nin Arnavutluğu işgal etmesi durumu değiştirdi. İngiltere, Türkiye’nin bölgedeki önemini kavradı ve iki ülke arasında 12 Mayıs 1939’da bir yardım antlaşması imzalandı. Buna göre Akdeniz Bölgesi’nde savaşa yol açacak bir gelişme olursa iki devlet birbirine fiilen yardım edecekti. İki ülkenin temel hedefi bu antlaşmaya Fransa’yı da dâhil etmekti. Bunun önünde ki engel ise Hatay Sorunuydu. Hatay Müslüman ve gayr-i Müslim nüfusa sahip karışık bir bölgeydi. Türkiye 1921 yılında Fransa ile yaptığı Frank-Boullon Antlaşmasıyla İskenderun Sancağını Suriye’ye bırakmıştı. Bu antlaşma Lozan’da teyit edilmişti. Türkiye, Hatay konusunda Fransız yönetiminden memnundu. Fakat 1938 yılında durum değişti, Fransa ile Suriye milliyetçileri arasında Suriye’nin 1939 yılında bağımsızlığını kazanması için bir antlaşma imzalandı. Bu Türkiye’yi harekete geçirdi. Hatay’ın Türkiye’ye katılması için propagandaya başlandı. 1938 yılında yapılan seçimlerden sonra Fransa Türk askerlerinin bölgeye girmesine izin verdi; daha sonra yerel meclis 7 Eylül 1938’de bağımsız Hatay Devleti’ni ilan etti. Bu mecliste Türkler çoğunluktaydı, 23 Haziran 1939’da Türkiye ile Fransa arasında bir yardım antlaşması imzalandı. 6 gün sonra 29 Haziran 1939’da Hatay Devleti Türkiye’yle birleşme kararı aldı. Misak-ı Milli hedeflerinden birine geçte olsa ulaşılmış oldu.

İkinci Dünya Savaşı’ndan önce ki en önemli gelişme Hitler ve Stalin arasından imzalanan Nazi-Sovyet Pakt’ıydı. Bu pakt Türkiye’yi olası bir Rus istilasına karşı endişelendirmiş ve Batı’daki ittifakları güçlendirme ihtiyacını artırmıştı. Bunun sonucu olarak İngiltere ve Fransa’yla olan antlaşma Sovyetlerden ve Almanya’dan gelen tepkilere rağmen 19 Ekim 1939’da 3’lü Antlaşma tekrar imzalandı. Bu antlaşma Türkiye’nin savaş durumunda İngiltere ve Fransa’yla aktif olarak savaşa katılmasını öngörüyordu. 2.Dünya Savaşı öncesi Türkiye safını belli etmişti…

Kısaca özetlemek gerekirse, Türk politikacılar Türkiye’nin kuruluşundan 1939 yılına kadar Nüfus Mübadelesi, Musul Sorunu, Boğazlar Meselesi, Hatay Sorunu ve Rusya, Almanya ve İtalya’dan gelebilecek saldırılara karşı ulusal güvenliği korumak gibi dış politika sorunlarıyla uğraşmak zorunda kalmıştır. Dış politikada Misak-ı Milli’den taviz verilecek olsa bile barışçı politikalar izlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin mirası kesinlikle reddedilmiş, eski topraklar üzerindeki halklar ve Müslüman âlemiyle emperyalist işgale karşı maddi ve manevi bağlantı halifeliğin kaldırılmasından sonra liderlik konumunun yok olması sebebiyle koparılmıştır. Dış politikadaki bu pozisyon boşluğu iç politikadaki sekülerleşme ve konsolidasyon hamleleriyle doldurulmuş ve koskoca bir mirasa sırt çevrilmiştir. Müslüman devletlerle ilişkiler ancak 1937’de Sadabat Paktı ile kısmen merhale kat etmiştir. Türkiye kuruluşundan hemen sonra yüzünü Batı’ya dönmüş, fakat Sovyetlerle de dengeli bir politika yürütmüştür. Bu politika 1930’ların başında Alman, İtalyan ve Rus tehlikesine karşı tamamen Türk-İngiliz-Fransız ittifakına evrilmiştir. Her ne pahasına olursa olsun Türkiye sıcak savaştan kaçınmış, bu politika 2.Dünya Savaşı’nda da devam etmiştir. Türkiye bu dönemde bölgesel bir güç olmaktan da uzak görünmektedir. Bunu Ortadoğu’daki İngiliz ve Fransız manda yönetimine bağlayabiliriz. Sonuç olarak 1923-1939 arası Türk politikacıların dış politika anlayışını redd-i mirastan aldığı güçle kendine yeni bir kimlik oluşturan ve pasif bir rolde barışçı olarak tanımlayabiliriz.

Osman Nuri

 



[1] Eric Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi

[2] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000

[3] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000

[4] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000

[5] William Hale, Türk Dış Politikası 1774-2000

OSMANLI DEVLETİ’NDE SİSTEMİ MEŞRULAŞTIRMA ARAÇLARINA ELEŞTİREL BİR BAKIŞ


Tarihçilerin dünyası yok olmuş bir dünyadır…*

 

Meşrulaştırma kelimesini erken modern ve modern devletin kendi yaşam hakkını haklı göstermek ve bu hakkı garanti altına alıp ona dinamizm kazandırmak ya da devletin bizatihi yaptığı bazı eylemleri haklı göstermek için kullandığı vazgeçilmez bir yöntem olarak tanımlayabiliriz. Devlet bu yöntemi kullanırken her zaman belli başlı meşrulaştırma araçlarına başvurur. Devletin kendini meşrulaştırmak için kullandığı bu araçlar kendini sosyal yaşam, dini bazı ritüeller, mimari, hukuk ya da devletin kendi iç aygıtlarında gösterebilir. Ancak söz konusu tarih olunca ve söz konusu olan yok olmuş bir dünya olunca devletin kullandığı bu meşrulaştırma araçları biraz daha problemli hale gelmektedir. Çünkü tarihte ki olayları anlamak günümüzde ki olayları anlamak kadar basit değildir.

 Meşrulaştırma kelimesi modern tarihyazımında da çok sık kullanılan bir kavramdır. Bazı tarihçiler geçmiş olayları ele alırken meşrulaştırma kavramını bir model olarak almakta, tarihsel bazı olayları bu çerçeve içerisinde değerlendirmektedir. Ancak modelleme, doğası gereği tarihsel gerçekliğin basitleştirilmiş bir hali olduğundan ve bir dereceye kadar genelleme ifade ettiğinden bazı sorunsalları içerisinde barındırmaktadır. Bu sorun tarihyazımının en büyük sorunlarından biri olan objektiflik meselesidir. Modelleme de objektiflik sorunu kendini modele hangi unsurun dâhil edilip edilmeyeceği meselesinde gösterir. Modele hangi tarihsel gerçekliğin ilave edilip edilmeyeceği tarihçinin kişisel insiyatifinde olduğundan bazen dâhil edilen ya da model dışında bırakılan tarihsel unsurlar başvurulan modeli sorunlu hale getirebilir. Osmanlı tarihi üzerine çalışan dünyaca ünlü bazı tarihçiler[1] Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan yıkılışına kadar her dönemde sistemi meşrulaştırmak için devlet tarafından bazı araçların kullanıldığını vurgulamışlardır. Sonuçta tarihsel bazı olgulara değinilirken meşrulaştırma kavramı da bir model olarak kullanılmaktadır.  Bu yazıda ki amacım, Osmanlı Devleti ve bazı padişahlar tarafından tarihte yapılan bazı eylemleri meşrulaştırma modeli içine sokan tarihçilere küçük bir eleştiri getirmektir. Fakat amacım kesinlikle Osmanlı sistemini romantik bir biçimde yâd etmek değil sadece bazı tarihsel olguları insan eylemlerini anlama metodu çerçevesinde değerlendirmek ve bazı sorunları dile getirmektir.

Osmanlı Devleti’nin sistemi meşrulaştırma adına kuruluş döneminden yıkılışa kadar kullandığı en önemli aracın din olduğunu, doğrudan ya da dolaylı olarak, birçok tarih kitabında görüyoruz. Tabiri caizse, ders kitabı olarak okutulan birçok kitapta[2] din meşrulaştırmanın dinamik motoru olarak karşımıza çıkmaktadır ve dönemden döneme bazı farklı formlara doğru dönüşmüştür. Din olgusu özellikle halifeliğin 1517 yılında Osmanlı Devletine geçmesinden sonra yepyeni bir boyut kazanmış ve çok daha kurumsal bir hal almıştır. Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde ki meşrulaştırma araçları ‘’gazi teorisi’’[3] etrafında şekillenmiştir. Bu teoriye göre Osmanlı padişahları kuruluş döneminde Bizans’a karşı 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar yaptıkları savaşlarda cihat söylemini kullanıp halkı savaş için mobilize etti ancak pratikte ki amaçları dini değil siyasiydi. Çünkü, padişahlar dini retoriğe başvurup aynı zamanda dine aykırı işlerde yapmışlardı. Örneğin, aynı yüzyıllar içinde Osmanlı Devleti Anadolu’da ki diğer beyliklerle sürekli savaşmış ve topraklarını ele geçirmişlerdir. Dolayısıyla, padişahlar bir yandan kendilerini ‘’gazi’’ olarak tanımlamakta ve Bizans’a karşı toprak kazanımlarını meşrulaştırmakta aynı zamanda kendilerini meşrulaştırmaktadırlar.[4] Öte yandan aynı padişah Müslüman beyliklere karşı savaşa girişmiş ve Müslüman kanı dökmüştür hem dini kurumlardan fetva alarak hem de orduya Hıristiyan askerler katarak!!! (Yıldırım’ın Karaman Seferi). Gazi teorisinin eleştirisi sadece padişahların bu gaza anlayışına karşı değil aynı zamanda orduyu oluşturan unsurlara karşıdır. Teoriye göre ordunun bütününü saf dini inançlara bağlı gönüllü akıncılar olarak görmek yanlıştır. Bunların çoğu göçebe yaşam tarzına bağlı, bazı şaman inançlara sahip heterodoks inançlara sahip kişilerdir ve öncelikleri din uğruna gaza değil ganimettir[5](Tımarların sadece müslümanlara değil Hıristiyanlara da verildiğini unutmamak gerekir).Ayrıca ordunun içinde yeni Müslüman olmuş bir komutan grubu bulunmaktadır(Evrenos Bey gibi) ve bunların dini bağlılıkları da sorgulanmalıdır.

Bu teori resmi lise tarih kitapları haricinde akademik ortamda en çok kabul edilen görüştür. Yazının başında amacımın Osmanlı Devleti’ni korumak olmadığını söylemiştim. Gerçekten de devletin Hıristiyan Bizans’ın yanında Müslüman beyliklere karşı savaşması devletin ‘’gaza’’ temellerine aykırıdır ve fetva kuvveti beyliklere karşı savaşı meşrulaştırıcı bir rol oynamıştır. Burada hikmet-i hükümet ilkesinin geçerli olduğunu kabul edebiliriz. Ancak benim bu noktada ki eleştirim devletin heterodoks ordu düzeni üzerine olacak. Benim kanımca tarihçi üstatlarımız orduda ki askerleri Ortodoks dini inançlara değil de(burada kasıt Sünni akidedir) heterodoks dini inançlara bağlı kimseler olarak göstermeleri Selçuklu Devletini göz ardı etmelerinden kaynaklanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan hemen önce Anadolu topraklarında bir İslam Devleti hüküm sürmüş ve bu devlet Haçlı Seferlerini görmüş ve insanlar bir din savaşı yaşamıştır.  Ayrıca, yine Anadolu da sağlam bir tarikat örgütlenmesi bulunduğunu unutmamak gerekir(bu şartların modern dünyadan yüzyıllar önce var olduğunu düşünürsek toplumsal yapıya bakışımız biraz farklılaşır).Bu tarikat geleneğinin en bariz örneği Mevlana Celalettin Rumi ve Yunus Emre’dir. Burada amacım akıncıları homojen bir yapı olarak göstermek kesinlikle değil, gerçekten de ordu içinde heterodoks inançlara bağlı kimseler olabilir ancak bunların varlığını genelleştirip yapılan savaşları sadece ganimete indirgemek tarihsel arka planı görmemizi engelleyebilir.

Meşrulaştırma araçlarından bir diğeri Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethettikten sonra halifeliği Osmanlı padişahlarına geçirmesi ve kutsal emanetleri İstanbul’a getirmesidir. Buna göre, halifeliğin Osmanlı Devleti’ne geçmesi ve kutsal emanetlerin Topkapı Sarayı’na taşınması devlete bambaşka bir meşruluk kazandırmış ve politik hareket alanı sağlamıştır. Bu meşruluk Sünni İslam’dır(Kanuni Sultan Süleyman’ın Sünniliğin hamiliğini üstlenmesi ve Safevi Seferleri).Bundan sonra imparatorlukta ki İslami havanın ağırlaştığı öne sürülür. Örneğin, bazı tarihçilere göre II. Selim’in 1566 yılında tahta cülusunda Eyüp Sultan Türbesini ziyarete gitmesi padişahlara yepyeni bir meşruiyet sağlamış ve Ebu Eyyub El Ensari vasıtasıyla Hazret-i Peygamberle aralarında yepyeni bir bağ olarak yorumlanmıştır[6]. Bu merasime 1617’de I.Mustafa ile kılıç kuşanma da eklenmiştir. Bu tarihten sonra devletin yıkılışına kadar bütün padişahlar tahta cüluslarının ardından Eyüp Sultan Türbesini ziyaret etmişler ve kılıç kuşanmışlardır.

Osmanlı Devleti’nin sistemi meşrulaştırma araçları bu cülus merasimleriyle kalmamış buna yine bir dizi dini temelli meşrulaştırma araçları eklenmiştir. Mesela, padişahların Cuma selamlığı merasimi onları halk gözünde meşrulaştırıcı bir araç gibi değerlendirilmiştir. Padişahların fakir çocukları sünnet ettirmeleri, İstanbul da inşa ettirilen selâtin camiler ve diğer dini yapılar-çeşme, türbe, tekke vs.- hepsi sistemi ve padişahı meşrulaştırıcı araçlar gibi görülmüşlerdir.  Devletin sosyal yaşama ve mimariye bu doğrudan müdahalesi sadece meşrulaştırma çabası olabilir mi? Yaptırılan camiler, kamu binaları ve hayratlar sadece sistemi meşrulaştırmak için mi yapıldı yoksa farklı bir niyet var mıydı? Devleti meşrulaştırma araçları içine bu kadar geniş yelpazede unsuru eklemek bir problematik değil mi?

Bu soruların cevabını vermeye çalışmak bizi tarihin özüne yaklaştıracak mahiyettedir. Tarih’in en önemli meselesi insan eylemlerini anlamaktır. İnsan eylemlerinin en önemli unsuru ise niyettir. Yani o kimsenin tarihte ki eylemi yaparken(biz buna İngilizce history-as-event diyoruz) neyi hedeflediği tarihçiler için çok önemlidir. Ayrıca, retrospektif bakış açısı-bugünden geçmişe doğru tarihyazımı- ve hidsight’lar- tarihsel olayların sonuçlarını bilme- tarihçilerin tarih hakkında yorum kabiliyetini zorlaştıran unsurlardır. Bu bakımdan yukarı da saydığım meşrulaştırma araçlarını değerlendirirsek: Yavuz Sultan Selim kutsal emanetleri İstanbul’a getirirken amacı kendine meşruiyet sağlamak mıydı yoksa inandığı dinin değerlerine bir saygı ifadesi miydi? II. Selim 1566 yılında Eyüp türbesine giderken amacı Peygamberle arasında ki bağı gösterip meşruiyetini güçlendirmek miydi yoksa bambaşka bir amacı mı vardı? Mesela, saygı… Yine fakir çocukları sünnet ettirmek, cami, hayrat ve kamu binaları inşa ettirmek meşrulaştırma için araç olarak mı kullanıldı yoksa o tarihsel olaylar bambaşka niyetlerle mi yapıldı? Mesela, hayır hasenat… Burada ayrıca Osmanlı Devleti’nde inşa ettirilen selâtin camilerin ve bazı kamusal binaların sadece siyasi otorite olan padişahlar tarafından inşa ettirilmediğini, sarayın içerisinde ki hanımsultanların ve hanedan üyelerinin de yaptırdıklarını unutmamak gerekir.

Tarihte iki kere iki dört etmez.  Yani o dünya yok olduğundan kesin hükümler vermek zordur. Meşrulaştırma araçları modeli de içine dâhil edilen her unsurla problemli bir hale gelmektedir ve farklı bir tarih yazımına imkân vermektedir. Bence, meşrulaştırma araçlarını siyasi meseleleri sınırlamak akla daha yakındır, olayı mimari ve sosyal yaşamın bütün dallarına uzandırmak son derece problematiktir. Yine de, meşrulaştırma amacıyla dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılan mimari ve sosyal araçlar olabileceğini kabul etmekle birlikte, tarihsel gerçekliği genelleyip her olayı modele kurban etmenin son derece yanlış olduğunu düşünüyorum… 

Osman Nuri

Aralık-İstanbul

 



*Metodoloji dersinde hocamız tarafından sık sık kullanılan bir cümle…

[1] Donald Quataert, Daniel Goffman, Colin İmber, Cemal Kafadar,Leslie Pierce bu tarihçilerden birkaçı

[2] Colin İmber Osmanlı İmparatorluğu 1300-1600, Donald Quataert Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922, Daniel Goffman Osmanlı Dünyası ve Avrupa

[3] Bu teori yukarı da adı geçen tarihçiler tarafından benimsenmiştir.

[4] Colin İmber, Osmanlı İmparatorluğu 1300-1600

[5] Daniel Goffman

[6] Colin İmber, Osmanlı İmparatorluğu 1300-1600

Güncele Dair Bir Yazı:Türkiye'de Muhalefet Anlayışı

Güzel Türkiyemin şu medyasını bir türlü anlamamışımdır.Kimi grup iktidarı kıyasıya eleştirip kerameti muhalefetin(bu genellikle CHP)beyanatlarında bulur,kimisi iktidar bu bir bildiği vardır deyip iktidarın(DP,AP,ANAP ve en son AKP) bütün icraatlarını meşrulaştırır.Biri kartel medyası diye yaftalanır,öbürü dinci-gerici medya diye... 

Siyasi partiler de böyledir,muhalefete düştü mü acımasızca eleştiri yapılır,iktidarın ak dediğine kara,kara dediğine ak denilir.Çoğu zaman doz iyi ayarlanamaz,söylenilmeyecek laflar söylenir,iktidar aynı sertlikte karşılıklar verir,sonra bir daha da bu laflardan geri dönüş olmaz.Sanki hiç 23 nisan resepsiyonunda,19 mayıs kutlamalarında birlikte olmayacaklarmış gibi herkes birbirine verir veriştirir... 

Sonra da utanmadan,pişkin pişkin seçim öncesinde birlikte koalisyon kurabiliriz açıklamaları gelir,önceden söylenen sözler unutulur... 

Türkiye,80 yıllık tarihinde muhalefet etme kültürünü hem siyasi olarak hem de medya olarak yerleştiremedi.Ya çok zayıf eleştiriler oldu,ya da vur deyince öldürüldü... 

Bugünlerde de gündem böyle Yargıtayın çıkışını haklı bulanlar oldu,eleştirenler oldu.Kimi yargı haddini bilsin dedi,kimi başbakan padişah değil diye efelendi,sonuç borsa göçüyor,ülkede herkes nefret kusuyor,devlet kurumları arasında cepheleşmeler başladı.Açıkçası durum hiç iç açıcı değil.Yargının böyle uluorta konuşması doğru değil tabi ki,olay farklı kanallarla halledilebilirdi.Ancak,bir kısım insanlarında yargıyı aforoz etmesi de doğru değil tabi.Maalesef tren raydan çıkmış görünüyor. 

Siyaset ve medya alanı türk filmine ne kadar da benziyor kimi aktörler kötü adam Erol Taş gibi,kimileri muhteşem kahraman Cüneyt Arkın...Kulaklar sağır olmuş adeta kimse kimseyi duymuyor.Bir kısım medya başbakanı yukarıda ki fotoğrafta Menderes gibi asılmış olarak görse ''Oh be şimdi rahatladım!!!''diye derin bi nefes alacak gibi,kimileri de şu muhalif sesleri bir sustursakta iktidarın manevra alanını genişletsek diye kalem oynatıyor... 

Her iki yaklaşımda yanlış.Bir iktidar her zaman doğru yapmaz,her zaman yanlışta yapmaz;demek ki durumda bir sakatlık var.Ya eleştirmeyi bilmiyoruz ya da eleştirince işi çığırından çıkarıyoruz.Benim kanaatime göre her iki yaklaşımda da maddi menfaatler ön planda.Bir grup iktidar tarafından desteklenirken,diğer bir grup muhalefetten destek alıyor. 

Acaba birgün Cumhuriyet,Hürriyet,Milliyet,Posta,Vatan gibi gazetelerde ''Akp'yi yaptığı şu icraattan dolayı destekliyoruz.'' diye bir haber çıkacak mı?Ya da Zaman,Vakit,Yeni Şafak gibi gazeteler''Akp şurada yanlış yaptı,katılmıyoruz.'' diye bir erdem gösterecek mi?Bilmiyorum,ama dileğim bu olgunluğa Türkiye'nin siyaset ve medya alanında bir an önce ulaşması.Çünkü hiçbir şey türk filmlerinde ki gibi cereyan etmiyor,hatalar yanlışlar olabiliyor ancak doğrular da bunlarla beraber varolabiliyor. 

50'li yıllarda da durum böyleydi,sol basın Menderes'in aktif dış politika hamlelerini ve ekonomi politikalarını kıyasıya eleştiriyor,sağ basın iktidarı pohpohluyordu.Sonuç ne oldu:Her iki kesim de hakkıyla eleştiri yapmayı bilmediği için yukarıda ki hazin fotoğraf ortaya çıktı.Acaba o dönemde Menderesi kıyasıya eleştirenler bu fotoğrafı görünce mutlu oldu mu?İçlerine bir huzur doldu mu?Ya da kendi içlerinden''Misyonumuzu tamamladık dediler mi?''.Ya da iktidar yanlıları ''Keşke Menderes Vatan Cephesini kurarken milleti kamplara ayırma diye uyarsadık.'' dediler mi?Ya İsmet Paşa,Menderes asıldığında neler hissetti acaba?Geçmişte yaptığı belki de idama katkıda bulunan beyanları aklına geldi mi?Vicdanı sızladı mı biraz daha ölçülü olsaydım diye?Bunların hiçbirini bilmiyoruz.Günümüze uygularsak acaba bir kısım medya Başbakan Recep Tayyip Erdoğanı idam sehpasında görünce derin bir ''Ohhh!!!''çekecek mi?Kalpleri mutmain olacak mı?Ya da diğerleri ''Keşke biraz da gerçekleri ona göstermeye çalışsaydık''diyecekler mi?Bunları da bilmiyoruz... 

Bence hiç kimse ölmesin,hele bir başbakan asla...İnsanlar eleştirilsin ama bu iş şirazeden çıkmasın.Kimse kaypak kaypak iktidar savunuculuğu da yapmasın.İnsanlar işinin üslubunu bilsin... 

Tabi önce demokrasi bilinci oluşmalı bütün bunlardan önce,sandıkla gelen sandıkla gitmeli diyebilmeli herkes,sevse de sevmese de.Eleştirirken de demokrasi dışında bir yerlerden medet ummamalı özellikle de Türk Silahlı Kuvvetlerinden.

Türkiye de bu ifrat-tefrit dengesi mutlaka kurulmalıdır.Yoksa sağlıklı adım atmamız pek mümkün görünmüyor.Temennim hem medya hem siyasi kanat inşallah muhalefet etmeyi en kısa zamanda öğrenir yoksa Türkiye çok ağır faturalar ödeyecek gibi görünüyor...

Osman Nuri

 

Evrensel Aydın Kimliği Üzerine-2 ve Türkiye Ölçeğinde Bir Tahlil

Geçen yazımda aydın tanımlamasıyla beraber bir aydında bulunması gereken beş temel özelliğe değinmiştim.Bunlar aydındaki nispeten ahlaki özelliklerdi.Bu yazımda ise evrensel aydın kimliğinin diğer özelliklerine-ki bunlar bir aydının daha çok keyfiyetiyle alakalı özellikler-Türkiye bağlamında değineceğim.

Gerçekten de Türkiyede aydın kimliğini üzerine konuşurken onun hangi gruba girdiğini tespit etmek önemlidir.Burada Prof.Dr. M.Şükrü Hanioğlu'nun yaptığı gruplandırmanın bize yararlı olacağını düşünüyorum:’’Günümüzde toplumumuzda dört tip aydın gruplaşmasının bulunduğunu belirtmek mümkündür.Bunlardan birincisi,kendilerini aydın olarak mütalaa eden,kökleri geçmişe inen,bürokrat entelektüel Ortodoksluğun savunucularıdır.Bağımsızlık karakteri bulunmayan bu kimselerin büyük çoğunluğunun devleti yüceltmekle,onun belirli bir tarihi ve toplumsal zeminde tesis etmiş olduğu entelektüel Ortodoksluğu her ne pahasına olursa olsun savunmayı eşanlamlı görmesi ilginçtir…Bu gruptaki bireyler açısından entelektüel Ortodoksluğa eleştiri yöneltmek,Barresin tavsif ettiği bir sadakatsiz hainler topluluğunun içine sokulmak için yeterlidir.İkinci grup,Drefyus müdafileri ya da Sovyet rejim karşıtları gibi temel eylem ve düşünce biçimi olarak protestoyu benimsemiş olan bireylerden oluşmaktadır.Buna ilaveten bu kimseler,ondokuzuncu asır Almanya’sında olduğu gibi entellektüelin’’ilerici’’,’’aydınlatıcı’’olması gerektiğini var saymakta, ona bir ‘’sorumluluk’’yüklemektedir.Üçüncü aydın kategorisi uzun süre dışlandıkları entelektüel tartışmaya yeniden dahil olmaya,bu kategori içinde yer almaya gayret eden muhafazakar entelektüellerdir.Dördüncü grup ise,bir anlamda,Lewis Feurer’in Fransa için ileri sürdüğü ‘’Yüksek Entelijansya’’ile bunu fikirlerini popüler hale getirerek yayan,medyanın mühim bir bölümünün oluşturduğu’’sıradan’’entelijansya kategorilerinden ikincisinin oluşturduğu bir kitle bulunmaktadır.Fransa’daki gibi bir yüksek entelijansyadan yoksun,bağımlı ve entelletüel niteliği son derece zayıf bu grubun,fikir üretimi zannettiğini aktarma yada yüksek sesle düşünme faaliyetini topluma entellektüelizm olarak takdimi ciddi bir kavram kargaşası yaratmaktadır…Bağımsız olamayan iki gruptan bürokrat Ortodoks savunucularının,en azından Osmanlı aydınları gibi,devleti yüceltmenin farklı yolları olabileceğini kabul etmeleri,medyada boy gösteren ‘’sıradan’’ aydınların kendisini yenilemesi mümkün gözükmemektedir.*

Burada ki aydın gruplarını kısa isimledirmek gerekirse birinci grup devletçi aydınlar,ikinci grup eleştirel-liberal aydınlar,üçüncü grup muhafazakar aydınlar,dördüncü grup ise sıradan-taklitçi aydınlardır.Bu aydın sınıflandırmasını yaptıktan sonra evrensel aydının keyfiyet özelliklerine geçmek istiyorum.Daha sonra bu özellikler ışığında yukarıda ki dört aydın grubunu değerlendirmeye çalışacağım.

1)Aydın değişime ayak uydurup onu takip edebilen kimsedir.Bir aydının kendi statik dünyası içinden sıyrılıp dinamik dünyaya entegre olması ancak değişim şuuruyla olabilir.Gerçektende yaratılışından beri insanoğlu sürekli bir gelişim halindedir.Ateş kullanımıyla uzay arasındaki bu yolculuğa bakılırsa değişimin boyutları anlaşılabilir.Özellikle batı dünyası yüzyıllardır bu değişimin lokomotifi olarak görünmektedir.Rönesans-Reform-Karşı Reform-Aydınlanma-Endüstri Devrimi zinciri Batı dünyasına 14.yy dan 19.yy a kadar müthiş bir dinamizm kazandırmıştır.En basit manasıyla Batıda tezahür eden bu değişim trendini algılamak,onu kendi tarihsel ve kültürel kimliğiyle beraber harmanlamak bir aydında olması gereken en önemli keyfiyet özelliğidir.Bu politik,ekonomik,kültürel değişimleri aydının mutlaka takip etmesi onu özümsemesi ve bir temele oturtması aydının kalitesini gösterir.Yukarıda ki aydın sınıflandırmasına baktığımızda birinci ve dördüncü grubun bu değişim trendini yakalaması Hanioğlu’nun da belirttiği gibi zor görünmektedir.Birinci grup devlet ekseninde güdümlü aydın rolü oynarken,medyada ki dördüncü grup yine bir üst grup güdümünde taklitçi rolü oynamaktadır.Bu iki grubun en önemli özelliği ise pozitivist söylemleri kendine temel olarak alması ve bugün post-pozitivist devri yaşayan Batıya ayak uyduramamasıdır.Ayrıca bu iki grup dogmalara karşı mücadele verirken bilimi başlı başına bir dogma haline getirmekte önemini sıklıkla vurgulamalarına rağmen bilim adına yeni bir şeyler ortaya koyamamaktadır.Batının değerlerini savunup aynı zamanda onları ülke menfaatlerine aykırı addetmek ilginç bir paradoks olarak görünmektedir.Dikkat çekici bir nokta ise üçüncü grup muhafazakar aydınların değişen dünyaya hızla ayak uydurma sürecidir.Son yıllarda kendi milli ve manevi değerlerine bağlı olan aydınlar Batının demokratik gelişmelerini içselleştirmiş ve Türkiye’ye yansımasını özgürlükler bağlamında görmek istemektedir.İkinci grup eleştirel aydınlar ise zaten kendilerine birey eksenli ve eleştirel bir rol çizdiklerinden statükoya karşı eleştirilerini geliştirmektedirler.Biz bunları bugün liberaller adı altında ülkemizde görüyoruz.Yolları ne olursa olsun bugün Türkiye’de birinci ve dördüncü grupla ikinci ve üçüncü grup arasında sert tartışmaların yaşandığıdır.Aydının değişime ayak uydurup onu takip etmesi bizi aydının ikinci özelliğine getirir.

2)Aydın dış kültürlere açık olan kimsedir.Gerçektende bir aydının dünyada ki değişen trendleri algılaması onun farklı kültürlere açık olmasıyla doğru orantılıdır.Bugün baktığımızda dünyada ki çoğu gelişmeler dış ülkelerde meydana gelmekte ve globalleşme çağında bir olay çok uzak mesafelerde yer alan ülkeleri aynı oranda etkilemektedir.Bir aydın, meslek grubu ne olursa olsun, ister Doğuda ister Batıda gelişen olayları takip etmekle ve bu olayları ülkesi adına yorumlamakla mükelleftir.Aydın kişi bu anlamda tanımaya çalıştığı kültüre hayranlık besleyip kötü körüne itaat etmek yerine onu ülke şartlarına göre uyarlamayı bilmelidir.Biz bunu en çok Batıya kayıtsız şartsız teslim olan aydınlarda görüyoruz.Aydının dış kültürlere açılırken en önemli aracı ise dildir.Aydın mutlaka dış kültürleri takip edecek dil donanımına sahip olmalıdır.Bu özellikten yoksun olan bir aydın sosyal bilimlerde ki bir tabirle ‘’kendi test tüpü içinde yaşamaya''mahkum olur.Aydının dış kültürlere açılma sürecini aydın gruplarımız adına değerlendirdiğimizde ilk grubun-bürokratik aydınlar-;Tanzimat sürecinden beri batılı değerlerle bütünleşme adına dış kültürlere açılma noktasında başı çektiğini görüyoruz.Bu konum Cumhuriyet döneminde hat safhaya çıkmış ve dış kültür çalışmaları-mutlak Batı yönünde-direkt olarak devlet ve bürokratik aydınlar tarafından yürütülmüştür.Günümüzde ise bu süreç ilginç bir şekilde tersine dönmüş görünmektedir.İlginç olan batılı değerleri ülkeye kazandıran bu bürokratik gelenek milenyumla gelişen yeni demokratikleşme ve özgürlük hareketlerini devletin bekasına karşı görmekte,Batılı değerleri her platformda övmesine rağmen yeni gelişmelerin gerisinde kalmaktadır.Dördüncü grubunsa bu grubun sözcülüğünü yaptığını belirtmeye gerek yok sanırım.Dış kültürlere açılma sürecinde ise bugün muhafazakar aydın grubuyla eleştirel-liberal aydın grubu arasında ise yakın diyalog görülmektedir.Özellikle demokratikleşme ve özgürleşme sürecinde statükocu yapıya karşı bu aydın grupları son dönem siyasetinde liberal söylemleri benimseyen AKP ile birlikte etkinliklerini artırmışlardır.Dış kültüre karşı açık olma özelliği bizi evrensel aydın kimliğinin bir diğer özelliğine getirmektedir

3)Aydın sentez yapabilen kimsedir.Aydının değişime ayak uydurması ve dış kültürlere açık olması ona yeni bir sorumluluk yüklemektedir.Bu sorumluluk sentez yapma sorumluluğudur.Aydın ne körü körüne mevcut durum savunucusu ne de kayıtsız şartsız teslimiyet örneğidir.Aydın yakaladığı değişim trendleri ve kültür çalışmalarını mutlaka kendi milli,kültürel ve tarihsel değerleriyle bütünleştirmeyi bilmelidir.Bir tez-antitez-sentez süreci içinde içinde mutlaka edindiği şeyleri bir potada eritmeyi bilmeli ve çağını doğru okumalıdır.Eğer aydın kişi mevcut durumu ayniyle savunup değişime kapanırsa statik bir yapı içinde döner durur,mevcut olanı ise yeniyi getirince atmaya çalışırsa taklitçi olur.Bu ifrat ve tefrit dengesine aydın kimse titizlikle dikkat etmelidir.Toplumumuzda ki dört grup aydından sentez kabiliyetine haiz olanlar özellikle muhafazakar aydınlar ve eleştirici-liberal aydınlar olarak karşımıza çıkmaktadır.Günümüzde muhafazakar aydınlar değişim ve dış kültür tecrübeleriyle edindiklerini manevi değerlerle bağdaştırıp içselleştirmiş ve yepyeni bir senteze ulaşmışlardır.Günümüz demokratik gelişmelerine en istekli olarak bu grubu görüyoruz.Liberal aydınlarda yeni dünya şartlarında yepyeni sentezlere ulaşmakta ve değişen dünyaya ayak uydurmaktadır.Burada statüko yine birinci ve dördüncü grup aydına kalmıştır.Bu aydın grupları tarihsel süreçten günümüze maalesef taklit yada statiklik cenderesinde dönüp durmuştur.Buna en açık örnek dilden düşmeyen Batılı değerlerin kimi zaman kabul edilip kimi zaman reddedilmesidir.

4)Aydın olaylara interdisipliner bakabilen kimsedir.Bir aydında olması gereken diğer bir özellik değindiği olaylara çok farklı perspektiflerden bakabilme yetisidir.Bunu başarabilmek içinse aydın mutlaka farklı disiplinlerden yararlanmayı bilmelidir.Özellikle post-modernist dönemde gelişen akımlarda bu özelliği açıkça görmekteyiz.Sosyoloji,tarih,antropoloji,siyaset bilimi,uluslararası ilişkiler gibi birçok bilimdalından yararlanarak bir olgu üzerinde açıklayıcı bilgiyi edinmek mümkün görünmektedir.Olayları katı bir determinizme hapsetmeden açıklamak ancak bu yolla mümkün görünmektedir.Örneğin Osmanlı’nın gerileme süreci ne sadece dine ne de sadece dinden uzaklaşmaya bağlanmalıdır.Bunun dışında sebep-sonuç zincirine dışarıdan istem dışı etkiler mutlaka göz önüne alınmalı ve sağlıklı bir değerlendirme yapılmalıdır.Bu geniş bakış açısı evrensel aydının en vazgeçilmez özelliklerinden biri olmalıdır.Toplumumuzda ki aydın gruplarının bu yöntemi azami uyguladığı görülmektedir.Hatta bazen bir grupta beliren bakış eksikliğini diğer grup kapattığı durumlar az değildir.

5)Aydın özeleştiri yapabilen kimsedir.Evrensel aydın kimliğinin bir diğer özelliği ise özeleştiri yapabilme kabiliyetidir.Bu özellik aydının samimiyet ve kalite ölçütlerinden birtanesidir.Çünkü insan yapısı itibariyle mutlaka hata yapan bir varlık olduğundan ve aydında nihayetinde bir insan olduğundan yanlış yapması doğaldır.Burada olayın ahlaki yönünü teşkil eden mesele;aydının toplum adına sorumluluk üstlenen bir pozisyonu olduğundan,yaptığı yanlışları mutlaka dile getirmesi ve özür dilemeyi bilmesidir.Ünlü tarihçi Prof.Dr. Huricihan İslamoğlu bu konuda son derece güzel bir örnek teşkil eder;kendisi yazdığı bir kitabında sadece geçmişte yaptığı yanlışlarını yazmış;Huricihan şurada şöyle yanlış yaptı burada böyle hatalı davrandı demiştir.İşte bu özellik mutlaka her aydında olmalı ve aydın kendi muhasebesini sürekli yapmalıdır.Yeri geldiğinde kendisini eleştirmenlerden daha çok eleştirmeyi bilmelidir.Bizim dört grup aydınımıza baktığımızda bu konuda kesin bir hükme varmak,bu özellik bireysel bir yükümlülük getirdiğinden zordur.Bu meselede aydınlarımız homojen değildir.Kimi gruptaki aydınlar özeleştiriye açıkken kimi gruptakiler de bir o kadar kapalı gözükmektedir…

Osman Nuri